Burak Kutlay, insanoğlunun doğada var olma biçimine dair düşüncelere yoğunlaşan bir sanatçı. İnsanın artık kendi eliyle değiştirdiği dünya tarafından yeniden şekillendiriliyor oluşu üzerine resimler yaptığını duyduğum anda, "daha fazlasını öğrenmeliyim" diye düşündüm. Kendisiyle; ekoloji, antropoloji, psikoloji gibi dallardaki bilgilerini felsefeyle sentezleyerek elde ettiği, bugüne ve geleceğe dair görüşleri hakkında biraz konuştuk. Mimarinin sanatı üzerindeki etkisine ve resimlerinde nasıl bir yeri olduğuna değindik.
Daha fazla lafı uzatmadan, Burak Kutlay ile iki bölüm halinde yaptığımız söyleşiye geçiyorum...
Birinci bölüm: Burak Kutlay kimdir?
Burak, ilk bölümü daha çok bir röportaj olarak düşündüm. Ben seni tanıyorum ama okuyucularımıza da hakkında biraz bilgi verebilmek için sana bazı sorularım olacak. Kaç yaşındasın, nerelisin, nerede büyüdün, nerede yaşıyorsun?
1985 İzmir doğumluyum, 13 yaşıma kadar Manisa Turgutlu'da yaşadım, sonra İzmir’e döndüm. Üniversiteyi okumak için İstanbul'a taşındım. Şu anda da Maltepe'de yaşıyorum.
Kaç yıldır resim yapıyorsun? Resme nasıl yöneldin? Nasıl bir eğitim aldın? Kişisel ve karma sergilerin hakkında bilgi verir misin?
20 küsur senedir resim yapıyorum. İlk kez Bando adlı çocuk dergisinin bir resim yarışmasında Türkiye dördüncülüğü almıştım, sanırım 8 yaşındaydım. O zamandan beri aktif resim yapıyorum. Liseyi İzmir Çınarlı Anadolu Teknik ve Endüstri Lisesinde Elektronik Bölümü'nde okudum. Sonra resim beni çok etkilediği hatta büyülediği için, üniversitede güzel sanatlara gitmeye karar verdim. Annemin öngörüsü ve yönlendirmesi de bu yöndeydi. Benim Abim de ressamdır, O da güzel sanatlarda okuduğu için bu kararda etkisi olmuştur.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Devabil Kara Atölyesi'nden mezun oldum. 2013 yılında da Çanakkale 18 Mart Üniversi'tesinde yüksek lisansımı tamamladım.
2013-14 yılları arası Galeri Eksen’de ilk sergim olan Gümüş Haz sergimi gerçekleştirdim. İkinci kişisel sergim In The Land of Human / İnsanın Toprağında sergisi, Galeri Kambur, Arnavutköy’de oldu. Üçüncü sergim Anthroposyntetic / Sentetik İnsan ise Merkur Galeri'de oldu. Tam 2020’de pandeminin ilk çıkışının hemen ardından yaptığım bir sergiydi, çok ilginç bir zamana denk gelmişti.
3 kişisel sergim var, pek çok da karma sergilere katıldım.
Son serginin konusu nedir?
Sentetik İnsan sergimin aslında uzun bir teması var.
Özetle; “anthropocene” diye, İstanbul Bienal’in de 7. Kıta adıyla konu aldığı “insan çağı” anlamına gelen bir kavram vardır. "Anthropo" Yunanca'da "insan", "cene" ise "çağ" anlamına gelmektedir.
Nobel ödüllü Atmosfer Kimyacısı ve Meteorolog Paul J. Crutzen ve Amerikalı Ekolog Eugene F. Stoermer dünyayı analiz edip araştırdıklarında artık doğal koşulların ve çevrenin insanla, insanın ürettiği teknolojilerle birlikte çok hızlı bir değişim içerisine girdiğini gördüler. O yüzden de 11-12 bin yıl önce başlamış bir önceki jeomorfolojik çağ olan holosen çağının bittiğini, insan eliyle dönüşümün söz konusu olduğu antroposen çağının başladığını ortaya attılar.
Bu beni çok etkiledi. Bunun üzerine düşündüm ki, bu kadar çevresini değiştiren insanoğlu, aslında kendi kurduğu şehirlerde yepyeni bir fauna da yaratıyor. Normalde yüz binlerce yıl önce biz doğanın içinde evrimleşiyorduk. Şimdi kendi kurduğumuz şehirlerin içinde yaşayıp orada evrimleşiyoruz.
Ben bu "anthropocene" teriminden "anthroposyntetic" terimini ürettim. Sentetik insanı, kendi yapay yoluyla ürettiği şehirlerde yaşayan insan, olarak tanımlayabilirim. Bu noktadan sonra insanların doğal yaşamın içinde nasıl var olacaklarını kendi elleriyle çizecekleri, kendi kaderlerini oluşturacakları bir çağın içerisinde olduğunu anlatan bir sergi kurguladım.
Bu duyarlılığı ne zaman edindin? İlk kez ne zaman bu konuda bir şeyler üretmek arzusu duydun? Hep var mıydı yoksa bir anda mı geldi? Seni bunaltan, "bizim bir sorunumuz var" dedirten bir kırılma noktası oldu mu? Örneğin trafiğin ortasında mı düşündün bunu veya deprem felaketi sonrasında mı?
Liseden sonra İzmir’den, küçüklükten beri zaman zaman ziyaret etmiş olduğum İstanbul’a, bu kez kalıcı olarak gittim. Kendi evimi tutup orada yaşamaya başlayınca, bu şehri belki de ilk kez özgürce gezebilme fırsatı buldum. O zaman İstanbul’un ne kadar büyük, ne kadar plansızca kurulan, gettolaşmayla beraber büyüyen bir şehir olduğunu keşfettim. O kadar büyüledi ki beni bu bina yığınları, o an farkına varmaya başladım. Bizler doğa içinde yaşadığımız şehirleri inşa ediyoruz, bunu ne kadar kontrol ederek sürdürüyoruz? Bu şehirleri neye göre kuruyoruz? Hangi ihtiyaçları baz alıyoruz? İnsanların hangi durumları, hangi maddi-ekonomik yaşantıları üzerine bu şehirler inşa ediliyor? diye düşünmeye başladım. Bu sadece bir genel ihtiyaçtan mı doğuyordu, yoksa siyasilerin, politikacıların anlık ihtiyaçlarına göre mi kuruluyordu? Bunların hepsi bir anda üzerime gelmeye başladı, diyebilirim.
Bu kadar büyük bir şehrin, bu kadar büyük yığınların içerisinde ben de var olmaya çalışırken bir yandan da düşündüğüm konularda okumaya, araştırmaya başladım. Yuval Noah Harari’nin dünyanın insanın eliyle nasıl değişime başladığını anlatması beni çok büyüledi. Sanatta da bununla ilgilenen insanlar var. Mesela Edward Hopper’ın Amerikan realizmde insanların nasıl şehir hayatı içerisinde bir izolasyon halinde yaşadıklarını, nasıl kendi yalnızlıklarına çekildiğini anlatan eserleri var. Onlar beni çok etkiledi. Bir yanda Alexander Rodchenko’nun Rus konstrüktivizmi beni çok etkiledi. Çünkü aslında resim yaparken de bu yapı-inşa konusunu ele alıyorsunuz. Aynı zamanda şehirlerin yapımı da aynı doğal süreçlerden geçiyor.
Bunların hepsi birleşince, “evet, ben bundan çok etkileniyorum” dedim ve bu dal üzerinde yoğun bir şekilde çalışmam gerektiğini hissettim. O zamandan beri yani üniversite 2. sınıftan itibaren direkt insan-doğa ve şehir ile ilgili konseptler üzerine çalışıyorum.
Duygusal ve duyusal anlamda nelerden besleniyorsun? Doğa, müzik, motosiklet sürmek, müzeler, hayvanlar, çocuklar gibi…
Her şey besliyor diyebilirim ama birinci sıraya müziği koyuyorum. Müzik benim için o kadar değerli ki… Evrene baktığımda her şeyin bir titreşimden ibaret olduğunu görüyorum, bunu fizikçiler de ortaya koyuyor. Her şeyin bir frekansı var ve bütün bu frekansların içerisinde ahengi biz müziğin içerisinde yakalıyoruz. Dinleti olarak da bizi o frekansla etkileşime sokuyor, rezonansa giriyoruz. Böyle doğrudan etkilendiğimiz için birinci sırada müzik var.
İkinci derecede ise "gezip görmek". Motosiklet beni bu konuda çok besliyor diyebilirim. Çünkü ne zaman motosikletle bir yere gitsem daha çok doğanın içerisinde oluyorum. Doğayı gözlemliyorum. Şehirler arası seyahat ederken şu an ilgilendiğim konular olan yıkılmış-terk edilmiş binalara rastlıyorum. Veya yeni inşa edilen binalar görüyorum, bu da beni çok etkiliyor. Durup hemen onların fotoğraflarını-videolarını çekebiliyorum.
Onun haricinde doğa yürüyüşleri: parkurların içerisinde buna olabildiğince zaman ayırmaya çalışıyorum, eşimle beraber buralara gidip zaman geçiriyoruz.
Sahilde kaykay yapıyorum, biraz meditasyon etkisi gibi oluyor. Kaykay yaparken hep dengenizi korumanız gerek, motosiklet gibi. Fakat motosiklet daha çok dengesini kendi de kurabilen bir makina, longboard denen benim yaptığım kaykay türünde ise denge biraz daha size bağlı. Bu da bana biraz hayatın genel çerçevesinde de bir denge içerisinde yol aldığını gösteriyor; ben de bir insan olarak kendi hayattaki duruşumu hep dengede tutuyormuşum, gibi hissettiriyor.
Bunların hepsini beraber düşündüğümde beni çok iyi beslediklerini, yapmak istediğim işe daha çok motive ettiklerini görebiliyorum.
Geçmişten ve günümüzden ilham aldığın sanatçılar veya eserleriyle değilse bile yaşam biçimleriyle sana idol olmuş kimseler var mı?
Alexander Rodchenko ve Edward Hopper'dan başka Egon Schiele olabilir, müthiş bir dışavurumcu. Minimalizmin kurucularından Mondrian olabilir. Empresyonistlerden Monet çok değerli benim için çünkü bir insanın resim sanatı gibi sosyal içerikli, duyguların ağır olduğu bir sanatın içerisinde doğadaki gerçek renkleri ilk kez bir bilim adamı gibi gözlemlemiş, izlemiş olması ve izlenimcilik akımını yaratması beni çok etkilemiştir.
Dünyada senin gibi bir derdi olan sanatçılarla işbirliğin var mı?
Çok aktif olarak birebir işbirliği içerisinde değilim ama zaman zaman ortak sergiler içerisinde yer aldığımız, aynı galeride çalıştığımız; benimle aynı konuyu benimseyen, sorun edinen sanatçı arkadaşlarım var. Bunların başında Burcu Perçin, Meltem Sırtıkara, Yusuf Aygeç geliyor. Daha adını sayamadığım da pek çok arkadaşım var.
Sonrası için mesleki anlamda planların neler?
Aslında şöyle bir hayalim var:
Özellikle üniversite döneminde olup bu işe gönül veren, sadece sanat için sonsuzca düşünen, sınırları olabildiğince zorlamak isteyen öğrencilerle, benim dert ettiğim konularda ortak bir atölye çalışması yapmayı çok isterim. Kendi atölyemde böyle ortak projeler üretmeyi ve hatta bunu dünya geneline yaymayı çok isterim.
İnsanlar sana ve eserlerine nereden, nasıl ulaşabilir?
Şu an aktif olarak Galeri Merkur ile çalışıyorum. Orada eserlerimi birebir görebilirler. Videolarımı, fotoğraflarımı, güncel ve karma sergilerimi, onların tarihlerini, işbirliklerini instagram’da @burak_kutlay hesabım üzerinden ve www.burakkutlay.com web sitem üzerinden takip edebilirler.
İkinci bölüm: söyleşi...
Burak sen sanatçının toplumdaki sorunları görünür kılması ve farklı bir dünyanın mümkün olduğunu ortaya koyması gerektiğine inanan bir ressamsın. sence şu an dünyanın, insanlığın en büyük derdi nedir?
Ben dünya genelinde felsefe ve sanatın dikkatle takip edilmemesinin ana problem olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlar olarak hafızalarımızda bazı bilgilerle bu dünyaya gelip bir şeyler deneyimliyor ve bunları da yine hafızalarımıza ekliyoruz. Biz bütün bu bilgileri sonraki nesle aktarmakla yükümlüyüz. Bu aktarım esnasında elimizde gerçekten kalan, koruyup biriktirebildiğimiz bilgiler bizi yarınlara taşıyacak ana dayanaklar, ana değerlerdir. Bunun da en çok sanat ve felsefe sayesinde olabildiğini düşünüyorum.
Eğer bu iki konu üzerinde dikkatimizi yoğunlaştırırsak, gelecekte kültürel birikimin çok daha fazla olduğu, insanların daha farkındalıklı bir şekilde hayatlarını sürdürdüğü bir çağın söz konusu olabileceğini düşünüyorum.
Zaten, dünyanın neresinde olursak olalım, bilgilerin çok hızlı bir şekilde aktarılabildiği, aynı anda sorumluluk alınıp eyleme geçilebilen bir çağın, "dijital çağ"ın içindeyiz. Bu çağ bize müthiş imkanlar sunacaktır, diye düşünüyorum. Hatta eğer insanlar gerçekten kendi kültürlerini, kendi hayatlarının temel değerlerini keşfederlerse; sürdürülebilir bir evrensel ana görüşün de inşa edilebileceğini düşünüyorum. Şu an tam öyle bir çağın içindeyiz.
Ben bilginin bu kadar kolay ulaşılabilir olmasının, insanları, onu içselleştirmek için emek harcamaktan alıkoyduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bu kolay ulaşma halinin eksileri de var bence, ne dersin?
Katılıyorum. Aynı zamanda hayatta her şeyde bir denge, bir ikilem söz konusu. Teknoloji geliştikçe insan bir yandan tembelliğe de alışıyor. Örneğin önceden insanlar beslenebilmek, avlanabilmek için uzun kilometreler kat ediyordu ama şu an arabalarımızla artık o kadar kolay bu işleri yapabiliyoruz ki, kilo alıyoruz, daha çok besleniyoruz, gereğinden fazla tüketiyor, tüketim çağını yaratıyoruz. Ama topladığımız bu ana kültürel değerleri, ortak noktaları keşfedersek daha farkındalıklı bir toplum inşa edebilme fırsatı bulursak, o zaman edindiğimiz bütün bilgi ve teknolojiler insanoğlunu belki de galaksiler arası medeniyetler kuracağı bir çağa götürebilir. Şu an bunun inşasını yapıyoruz bence.
Bu biraz bilimkurgu gibi ama bilimkurguda da insan neyi hayal ediyorsa onu gerçekleştirir. Ne kadar hayal edersek ve bu hayallerimize de ne kadar sahip çıkarsak, hangi hayaller ve temel değerler üzerinde birleşip toplum sözleşmesi inşa edebilirsek o kadar ileriye gidebiliriz. Çünkü her canlı tek bir temel üzerine dayanır. Kendi yaşamını korumak ve sürdürmek, bir sonraki varlığa aktarabilmek.
Bunu aslında bir önceki soruyla da bağlayabilirim. Ernst Fischer “Eğer bir toplumda sanat samimi ve dürüstse çürümeyi yansıtmalıdır” der. Çünkü çürümenin ne olduğunu keşfedersek doğru inşanın ne olduğunu da keşfetmiş oluyoruz aynı zamanda. Çünkü o da düalist bir etki. Biz bu teknolojiyle, doğru inşayı birleştirirsek insanoğlu çok parlak bir geleceğe adım atacaktır.
Mimariyle derdi olan bir insan olarak sen nasıl bir yaşam, nasıl barınaklar düşlerdin? İçinde bulunduğumuz yüzyılda bu konuda ideale doğru bir dönüşüm yaşayabileceğimize inanıyor musun?
Çok düşünüyorum, bu konuda çok da iyimserim. Umut ettikçe bir şeyler yolunu buluyor, diye düşünüyorum.
Öyle bir çağın içindeyiz ki, müthiş bir dijital devrim yaklaşıyor. Bununla birlikte insanlar daha yalın, daha öz ve ortak temeller üzerine oturtulmuş bir yaşam üzerinde konuşup tartışabilecekler. En azından herkesin herkesi dinleyebileceğini düşünüyorum.
Bu aralar herkes Blockchain sisteminden bahsediyor. Hayat herhalde bunun üzerinde ciddi bir anlamda yeniden kurgulanacak.
Tahminim 10 sene içerisinde her bir bireyin her bir projesinin, eylemlerinin boşa gitmediği, sadece kendi çevresiyle sınırlı kalmadığı, bütün dünya genelinde o görüşü paylaşabildiği, ortak anlaşmalar yapabileceği bir dijital sistem gelecektir. Böyle organizasyonlar oluşmaya başladı.
Köprü Project de bunlardan biri...
Köprü Project kesinlikle benim çok ilgimi çekti. Adı üzerinde zaten, biz bu köprüleri ne kadar çok kurabilirsek, farklı kültürleri, disiplinleri bir araya getirebilirsek ve bunların üzerine yeni sentezler yapabilirsek o kadar evrensel ve sürdürülebilir bir gelecek inşa edebiliriz.
Platon'un mağara alegorisine gönderme yaparsak, sen mağaradan çıktın, gördün ve işte şimdi de döndün, içeridekilere dışarıyı anlatıyorsun. Bir başka deyişle, sanatını icra ederken sorumluluklarını terk etmediğini görüyorum. Peki nasıl tepkiler alıyorsun? Toplumda bir dönüşüm yaratabilmek adına attığın bu çığlıkların sence yansıması geliyor mu bir yerlerden?
Platonun şöyle bir bakışı var. Bizler mağaranın içindeyken, arkamızda mağaranın ateşi sadece gölgeleri yansıtırken, sadece gördüğümüz dünyanın içerisinde var olduğumuzu düşünüyoruz. Aslında şu anda sadece algıladığımız kadarı ile sınırlı bir dünyada yaşıyoruz. O yüzden felsefenin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Biz bu dünyanın içerisinde mutluluklar, telaşlar, hazlar, tutkular, aşklar, bir sürü şeyin peşinden koşuyoruz ama aklın da önemini birazcık keşfetmemizin gerektiğini düşünüyorum.
Çevreme baktığım zaman, insanların sadece haz peşinde koştuğunu görüyorum.
Sergilerimdeki ana temalardan biri de bu zaten: insan sadece mutluluğun peşinde koşarak mutlu olamaz, bu bir denge gerektirir. Mutsuzluklar, arayışlar, sorgulamalar bize mutluluğun anlamını ve kıymetini verir, diye düşünüyorum. Biz ne kadar akılla ilgili bir şeyleri sorgularsak; aklımızla, bilgiyle bir şeyleri tartarsak; duygularımızın, hazlarımızın, tutkularımızın geçici şeyler olduğunu, anlık hormonel dengeler olduğunu keşfedersek; o kadar daha mantıklı bir düzleme geçebiliriz. Mantıklı derken duyguların bastırıldığı bir ortam kast etmiyorum. Her şeyin bir denge işi olduğunu; ne kadar duygu varsa, mantıkla beraber bunun da mutlaka tartılması gerektiğini düşünüyorum. İşte bu teraziyi her insan kendi vicdanında, nefsinde kurgularsa; felsefenin de bize getirdiği erdemli olma durumunu insan ne kadar kendi içerisinde tartarsa; o kadar dengeli ve sürdürülebilir bir gelecek kurabileceğimize inanıyorum.
Sanatını sadece koleksiyonerlerinle değil geniş kitlelerle paylaşan bir ressamsın. Sosyal medyada ve kendi sitende de insanların senin eserlerini en azından görebilmesine özen gösteriyorsun. Resimlerinin anlaşılabildiğini veya toplumda yerini bulabildiğini düşünüyor musun?
Resimlerimin anlaşıldığını bir anlamda düşünüyor bir anlamda düşünmüyorum. Bu çok dikkatli cevap verilmesi gereken bir soru. İnsanların kendilerini çok özgürce ifade edemediği bir dünyada yaşıyoruz. Sanat bu ifadeyi mümkün kılan platformlardan biri.
Keşke her insan bir şeylerin algoritmasında kalmadan, düşüncelerini paylaşabilse. Hiçbir insanın başka bir insan tarafından fiziki şiddet ve baskı görmeden özgürce düşüncelerini ifade edebildiği bir özgürlükler çağında olabilsek. Şu an var olan tüm sosyal medya platformlarının bile altında belli bir kısıtlamanın olduğunu görüyorum.
İnsanların düşünceleri ne olursa olsun ifade edebilmeleri gerektiğine inanıyorum. Eyleme geçildikten sonra ortada bir anormal durum varsa bunun denetlenip kontrol altına alınması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin bir insan bir insana "seni sevmiyorum" da diyebilmeli. Veya toplumun hemen uyarılacağı, kabul etmeyeceği şeyleri bile söyleyebilmeli. İnsanların savaş düşüncelerini bile ifade edebiliyor olmalarını isterim. Çünkü bu bir düşüncedir. Onu düşünmesi demek bu savaşın olması gerektiği veya çıkacağı anlamına gelmez.
Biz düşüncelerimizi ortaya atabildikten sonra mantık çerçevesinde tartabilme sürecine gireriz. Her insan özgürce düşüncesini ortaya attıktan sonra o düşüncenin toplum için iyi ya da kötü olabileceğini görebiliriz.
Benim için çok doğal olabilecek bir düşüncenin, başka toplumlardaki ahlaki ya da kültürel değerlere hiç uymaması gibi bir durum söz konusu olduğunda paylaşımın kısıtlanabildiğini görüyorum. Bunların olmadığı bir çağ hayal ediyorum. Herkes özgürce istediğini yaratabilmeli. Başka herhangi bir canlıya fiziki anlamda zarar vermeden veya onun ahlaki durumlarına da zarar vermeden, saldırmadan, gasp etmeden her türlü düşüncesini ifade edebilmeli.
Bu yüzden de kendi resimlerimde insanların şehirler kurarken düşünmeden hareket ettiğini anlatıyorum. Mantıkla değerlendirmeden, bilimsel çalışmadan. Sadece menfaatler ve duygular üzerinden bazı şeylerin yapıldığını düşünüyorum. Benim Terkedilmiş (Abandoned) adını verdiğim çalışma serim tam da bununla ilgilenir. Çünkü biz bir şeyler inşa ederken onu anlık olarak inşa ediyoruz sonra da terk edip gidiyoruz. Niçin bunu daha sürdürülebilir bir amaç doğrultusunda inşa etmeyi düşünmüyoruz? Niçin bir insan bir hareketini sonraki adımlarını düşünerek yapmaz? Niye anlık yaşıyoruz? Biz aslında çok donanımlı hayvanlarız. Bu konuda biraz daha farkındalıklı hareket edersek çok daha güzel bir dünya inşa edebiliriz.
Tam da burada “köprü kurma” işi devreye giriyor. çünkü biz bu köprüleri kurarsak, kendi ortak düşüncelerimizi oluşturabilirsek tam da bu sürdürülebilir inşayı yaparız. Bunu her anlamda söylüyorum. Hem yaşadığımız şehirlerin inşası, hem insan ilişkileri ve insanların duygularını özgürce yaşayabilmeleri anlamında sürdürülebilir bir dünya inşa edebiliriz.
Toplumdaki her düşüncenin özgürce ortaya çıkması gerektiğine dair söylemini, Jung’un analitik psikoloji akımında yer alan gölge yanımızı bilme kavramına benzettim. Sonuçta bastırılan ne varsa daha da güçlenerek bir gün yüzeye çıkar, değil mi? Eğer reddettiğimiz, yok saydığımız taraflarımızı kabul etmezsek benliğimizle yüzleşemeyiz. Sen de sanki hem kendi içimizdeki hem toplumdaki gölge yanları yargılamadan kabul etmekten bahsediyorsun. Ben toplumu bir bütün olarak ele alıp onun da gölge yanları olabilir tarzı bir düşünceye daha önce girmemiştim. Mantıklı geldi.
Her insanın kötülüğü de iyiliği de yani bütün düşünceleri zaten kendi içinde barındırdığına inanıyorum. Bunları baskılayarak, saklayarak hiçbir zaman bir denge kuramayız. Bir şeyi ne kadar baskılarsak bilinç altında o kadar sıkışır yoğunlaşır ve bir patlamaya sebebiyet verir.
Tarihe de baktığımızda hep toplumların kontrol altına alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Devletlerin, toplumları, ulusların kendi fikirleri doğrultusunda değil sadece çıkarları doğrultusunda özellikle de baskılayarak yönetmeye çalıştığını görüyoruz. Bunun sonucunda bazen ırkçı, faşist, bazen baskıcı, bazen seksist, bazen muhafazakar o kadar çok baskılar oluyor ki… Bu gittikçe kırılıyor ama. Bu bizim özgür düşünebilme kapasitemizle alakalı. Ne kadar baskılamazsak, bunları ne kadar özgürce konuşabilirsek toplum o kadar kendi dengesini bulabilir, diye düşünüyorum.
Benim bir biyolog olarak en çok kafa yorduğum konulardan biriyle ilgili de fikrini almak istiyorum. Teknolojinin doğal seçilime mani olduğuna ve evrim sürecine sekte vurduğuna inanıyorsun. Bu konuda aynı senin gibi düşünüyorum.
Zekanın ilk tanımlarından biri “çevreye uyum sağlama yetisidir” biliyorsun. Bunu topluma değil de doğaya uyum sağlama yetisi olarak ele alıyor ve bu tanıma birebir katılıyorum. Fakat bizim övündüğümüz zekamızla ürettiğimiz yaygın teknolojimiz bizi doğaya uydurmaktan çok doğayı bize uydurmak üzerine işliyor (yeşil yaşam teknolojilerinin, gerçekten sürdürülebilir olanların dışında kalan teknolojilerden bahsediyorum). Dolayısıyla ne kadar zeki olduğumuzun aslında tartışılır olduğunu düşünüyorum.
Bana kalırsa yaşamın çok katı kuralları var. Dünyanın daha önceki jeolojik evreleri veya soğuma ve ısınma dönemlerinde defalarca olduğu gibi yaşayan türler değişir ama yaşamın varlığı değişmez.
Evrim aslında geri dönüşlü de bir sistemdir. Yaşama dair temel kurallarla bağdaşmayan türler bu tutumlarında direnirlerse, yani zeki olup doğayla uyumlanmazlarsa yok olurlar. Dolayısıyla ben insan türünün de doğayla daha barışık bir türe evrilmediği sürece er geç tarih sahnesinden silineceğine inanıyorum. Belki beraberimizde; canlı olarak yer altında binlerce derece sıcaklıkta veya okyanusların dibinde aklımızın almayacağı bir basınçta yaşayabilen arkebakteriler kalıncaya kadar kadar yeryüzündeki yaşamın çoğunu da yok edeceğiz. Fakat biz yok olduktan sonra yaşam elbet kendini tekrar edecektir.
Ya da belki işler buraya kadar varmadan, dünyadaki diğer türlerin çoğu, insan eliyle yaratılmış bu son küresel ısınma çağına adapte olurlar ve sadece biz yok oluruz. Örneğin şimdiden kutup ayılarının boz ayıların genetik özelliklerinden destek alarak yani onlarla çiftleşip melez yavrular doğurarak "brolar ayılar"a doğru evrildiğini biliyoruz.
Oysa bizim değişmeye direnen kibirli bir yapımız var. Yeni gezegen ararız ama değişmeyiz. Gidip daha dayanıklı bir türle çiftleşelim, bu şekilde dayanıklı bireyler üretelim demiyorum elbette ama bana kalırsa gidişatımız ve bu kibrimiz, türümüzün intihar biçimidir. Şunu örnek verebilirim: sıcaklığın artması, kirlilik veya toprağın geldiği hal yüzünden benimsediğimiz sağlıksız, vitamin ve minerallerden eksik beslenme biçimi ürememize ket vurup sadece daha dayanıklı bireylerimizin soyunu devam ettirmesinin önünü açsa bile biz tüp bebek ve benzeri fertilizasyon yöntemlerinden vazgeçmiyoruz.
Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Sence biz mi değişeceğiz, dünya mı değişecek? Yaşam nereye doğru gidecek? Değişimin, evrimin temelleri zihinde atılabilir mi? Düşünce biçimimizi değiştirerek bir üst versiyonumuza doğru evrimleşmenin ucunu yakalayabilir miyiz?
Sanırım izleyen herkesin bana katılacağı gibi, 99 yılında gördüğüm Matrix filminde Morpheus ile Agent Smith’in çok güzel bir diyaloğu vardı.
Diyordu ki Agent Smith Morpheus'a: Normalde insanoğlu bir memeli türüdür ve memeli, doğasına adapte olan bir türdür. Fakat siz öyle bir türsünüz ki, bulunduğunuz alanı işgal ediyorsunuz, oranın kaynaklarını tüketiyorsunuz ve sonra başka kaynağa geçip onu da tüketip yok etmeye devam ediyorsunuz. Baktığımda dünyada bunu yapan başka tek bir tür görüyorum, o da virüslerdir.
Bu beni o kadar etkilemişti ki! Biz bu doğanın içerisinde evrimleşmiş bir insan olarak nasıl olur da kendi var olduğumuz yeri yok ederiz ve ona sadece tüketme gözüyle bakarız?
Ben burada çok büyük bir trajedinin oluştuğunu düşünüyorum. İnsanoğlu yüz binlerce yıldır doğanın içerisinde aslında bir anlamda o kadar zayıf, o kadar aciz kalmış ki…
Haklısın, doğal yollarla yaşamımızı sürdüremiyoruz maalesef. İllaki yaşayacaksak; değişiklik yapmaya ihtiyacımız var. Bunu da işte, doğayı şekillendirerek ve tüketerek yapıyoruz. Ama bunun doğayla daha barışçıl yöntemleri de var...
İkinci kişisel sergim olan İnsanın Toprağı sergimde bir işim var: Extinction of The Superior Predator yani “Süper Yırtıcının Soy Tükenişi”. Orada bir kaplanın portresini resmetmiştim. Onun üzerinde de gökdelenler ve binalar inşa edilmişti. Doğanın içerisinde evrimini en iyi şekilde tamamlayan hayvanlardan, üstün yırtıcılardan biri olan kaplanın, daha tehlikeli bir yırtıcı hayvan olan insan tarafından nasıl soy tükenişine doğru sürüklendiğini vurgulayan bir işti o.
Burada şöyle bir dipnot da geçebilirim, Alan Watts şunu anlatır:
İnsan, doğduğu anda çevresinde gördüğü her şeyden çok etkilenen bir varlıktır. Sınırsız bir hayal gücü ile doğarız ve çocukken her şey bize çok büyüleyici, çok etkileyici gelir. Fakat yaş aldıkça insan, -belki de insan hafızasının handikapı olabilir bu- yaşadığı çevreyi ezberledikçe, aynı şeylerin üzerinden tekrar tekrar geçtikçe bir şeyleri daha değersiz gibi, daha anlamsız gibi görmeye başlar. Büyülenmeyi yitirdiği zamansa kendisi de anlamsızlaşıp, değersizleşir. Bundan sonra insan kendi hayatının da bir manasının kalmadığını düşünür ve kendi ölümüne doğru ilerler. Bu bakış açısı da beni çok etkilemiştir.
Ama ben şu gözle bakıyorum, her yıkım bir inşayı getirir. Yeniden kurguyu getirir. Hayata hiçbir zaman ne çok iyimser ne de çok kötümser bakmamalıyız. Bunun da bir dengede olması gerek. O yüzden de aslında bir şeyler ne kadar kötüye gidiyorsa ben bir anlamda o kadar da heyecanlanıyorum. Çünkü o kadar çok iyi şeylerin gelmeye, yol almaya başladığı andır, o an. O yüzden bir anlamda pozitivistim.
Tabii ki ben de karamsar değil miyim bazı konularda, karamsarım. İnsanoğlu sadece hala kendi çıkarlarıyla hareket etmeye devam ederse; kendi çıkarları için oy verdiği sistemlerle beraber, yine çıkarları doğrultusunda kendi toplumlarını yönetmek isteyen politikacılar üzerinden dünyayı kurgulamaya devam ederse; yıkım kaçınılmaz.
Yine de ben bunun olmayacağını düşünüyorum. Çünkü insan bir anlamda tehlikeleri fark edebildiği için yepyeni bir tür olarak evrilebildi.
Bilişsel olarak insanın hayvan türünden ayrılmasının burada başladığını düşünüyorum. İlk avcı-toplayıcı insandan tarıma ve kendi yaşadığı çevreyi inşa eden toplu yaşam biçimine geçme süreci de aslında o zamanki iklimsel, coğrafi koşulların yıkımı sayesinde olmuştur. Belki de bu koşulların değişikliği insanın evrilmesini, Homo sapiensin oluşmasını sağlamıştır, diye de okuyorum ve düşünüyorum. O yüzden şu an yaşadığımız bu olumsuz durumlar bizi daha güzel bir gelecek kurmaya götürecektir, diye düşünüyorum.
Evrim geri dönüşlü bir süreçtir, yanlış bir ürün ortaya çıkarsa onu yok eder demiştim. Bana göre insan daha bitmemiş bir ürün. Evrimleşmeyi doğal akışa bırakırsak belki daha kalıcı olma şansımız artar. Bence bunu için de önce insanın doğadaki hiçbir varlıktan daha değerli olmadığını kabullenmemiz gerekiyor. Ne zaman olacak bilmiyorum…
Ben de insanın doğadaki başka hiçbir varlıktan -canlıdan bile değil- varlıktan daha değerli olmadığını düşünüyorum. Mark Twain’in çok güzel bir kitabı var, o da beni çok etkilemiştir: "İnsan Nedir?" Bu kitapta Mark Twain der ki: "Hiçbir şey başka bir şeyden daha değerli değildir sadece bazı şeylerin koşulları o anda başka bir şeyin koşullarıyla örtüşüyordur, hayat bundan ibarettir. Her insan kendi içsel efendisini tatmin etmekle yükümlüdür. Bu içsel efendiyi tatmin etmeyen hiçbir insan yoktur."
Bizim acıma, yardım etme duygumuz bile kendi içsel efendimizi tatmin etmek içindir. Birilerine yardım ettiğimizde, başka zaman aciz hale düşersek birilerinin de bize yardım etme ihtimalini umduğumuz için bu vicdan örüntüsünü oluşturduğumuzu söyler. Bu yönde bakınca insan kendi özünde kendini tatmin için var olmuş bir yaratık. Bu pek çok hayvanda da böyle ama bir fark var.
İnsan bütün bu hareket ve düşünce biçiminin farkına varabilirse, bu bilişsel zeka ve hafızasıyla beraber tüm yaşadığı tecrübeyi mantıkla değerlendirme yoluna girerse her şey çok farklı olabilir. Bütün bu duygu ve düşüncelerin ne kadar geçici olduğunu, bir varlığın diğerini yargılamasının ne kadar boş olduğunu, bu hayat dediğimiz tecrübenin her varlık tarafından yaşandığını, tek derdinin de bu varlığı sürdürebilmek olduğunu algılayıp bu temelde bir ortak paydada bir düşünce kurgusu oluşturabilirsek; hiçbir şeyin diğerinden ayrılmadığını, her şeyin bir bütün olduğunu, genel olarak kavrayabilirsek, toplumda bu farkındalığı oluşturabilirsek farklı bir yere varacağız.
O yüzden ben bu dijital çağın önemli olduğunu düşünüyorum. Anlık olarak herkes tarafından ulaşılabilen bilgilerin tümelini alıp ortak fikirleri oluşturabilirsek o zaman insanın gerçekten bir medeniyet kurabileceğini düşünüyorum. Henüz medeniyeti kurabildiğimizi düşünmüyorum. Şu an insanlığın "medeniyet" adı altında sadece belli sınıflamalar tekniğini oluşturduğunu düşünüyorum.
Bütün bu bilimsel yöntemlerimiz hep bir sınıflama aracıdır. Bir anlamda felsefe de öyle bir şeydir. Sanat pek öyle değil. O yüzden sanat benim için birazcık daha değerli çünkü sanat sadece bir şeyin bilgi temelli sınıflanmasıyla ilgilenmiyor. Hissel ve duyusal-duygusal işlerin de girdiği ama mantıkla da birleştiği sınırsız ve sonsuz bir platform. Felsefe ise mantık-teknik-yöntem-bilim–kültürel değerlerin tümü. Sanat ve felsefenin sentezinin önemli olduğunu düşünüyorum. İnsanoğlunun bu iki dala önem verdiği anda daha dengeli bir hayat kurabileceğini düşünüyorum.
Düalist dünyanın tamamının zıtlıklarla kurulduğuna inanıyorum. Binlerce yıllık insan tecrübesinin bugüne kadar inşa ettiği dini sistemlerde bile bu vardır. Tek tanrılı dinler cennet cehennem inancından ya da çok tanrılı dinler yapıcı ve yıkıcı tanrılardan oluşurlar. Şu anki 1'ler ve 0’lardan oluşan dijital sistem de öyle. İnsanın doğayı anlama kabiliyeti sanırım buna dayanıyor.
Her şey zıttıyla var. İşte o zıtlıklar, aslında bizim arasında kurabildiğimiz denge dediğimiz üçüncü referans noktasını verebiliyor. Hayatta yaşamı sorgulatan şey de aslında ölüm. İnsanoğlunun bütün düşünsel ve bilişsel özelliği ölüm kurgusu üzerinden inşa ediliyor. Ölüm olmasaydı insanoğlu yaşamak, yaşamın içerisindeki haz-öğrenme-bilgi durumunu sorgulamazdı. Sonsuza kadar yaşadığınızı bir hayal edin...
Sevgili Burak, bu keyifli sohbete vakit ayırdığın için teşekkür ederim. En çok da topluma, dünyaya, yaşama katkı sağladığın için teşekkür ederim. Sana, emeklerinin karşılığını alabileceğin bir dünya diliyorum.
Bir şeylere katkıda bulunabildiysem ne mutlu bana. Bu güzel organizasyon için ben de size teşekkür ederim. Umarım daha da güzel sohbetlerle beraber yeni röportajlarla tekrar bir araya geliriz.
Gelecek serginden sonra tekrar görüşmek dileğiyle…
Comments